14 Ocak 2013 Pazartesi

ALİ LÜTFÜ GENÇAY'IN SEMPOZYUMDA SUNACAĞI "TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ GENEL SEKRETERİ DR. HİKMET KIVILCIMLI" BAŞLIKLI YAZISI

TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ  GENEL SEKRETERİ DR. HİKMET KIVILCIMLI

Bu başlıkla yazı yazmaya aldığım çeşitli tepkilere vurgu yapmadan geçemeyeceğim.Türkiye Cumhuriyeti burjuvazisinin tarihi boyunca illegal çalışmak zorunda bıraktığı Türkiye Komünist  Partisi’nin tarihini gerçekten üyeliğini benimsemiş veya şansı yaver giderek  gerçekleri burjuvazinin yıkıcı etkisi dışında gerçekten bilgilenmiş partililer tarafından (resmi tarihin dışında) belirlenebilir.
Bu yazıyı ilk önce Türkiye Komünist Parti üyesi yoldaşlar tarafından sonra da Dr.Hikmet Kıvılcımlı örgütlülüğü tarafındaki kimi dostlar tarafından böyle bir oturuma Türkiye Komünist Partili halen birinin yazı ile katılması isteğine ben yanıt vermiş oldum.Kadere bakın ki  benim  aynı zamanda İsmail Bilenci olmam inkar edilemez. Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi, tüm ömrünü mücadeleyle , bunun 22 yılını hapiste geçirmis, onlarca kez gözaltına alınıp en vahşi işkencelere karşı direnmiş, onlarca eser yazmış bir insanın hayatını mücadelesini  ve eserlerini  anlatmak çok zor... 
1925 yılında Kürt ayaklanmaları ile çıkan Takriri Sükun yasası çıktıktan sonra İstiklal Mahkemesinde yargılandı. 1927 yılında Vedat Nedim Tör ve Şevket  Süreyya  Aydemir'in partiden ayrılması ve parti arşivini polise teslim etmesi ile diğer parti üyeleriyle birlikte tutuklandı. 3 ay tutuklu kaldı.  Partiye baskılar sonucunda tutuklamalar ve ağır işkenceler sürecinde 1929 tarihinde İzmir’de Hüsamettin Özüdoğru ve İsmail Bilen ile birlikte devletin operasyonları sonucu tutuklandı.  1929 İzmir Tevkifatı, Kıvılcımlı’nın siyasi yaşamında önemli bir dönüm noktası olacaktır. Tutuklanma ve yargılanma sonucu, 4 yıl 6 ay hapse mahkûm edilir. O zamanki İzmir Hizmet Gazetesi’nin 29 Temmuz tarihli haberine göre:” Dr. Hikmet ise, kahverengi şapkasını giyerek, büyük bir soğukkanlılıkla; ‘Hepimiz, çıkarken Kızıl bir profesör olarak çıkacağız’ demiş ve gülmüştür”
Hükümlülerin hepsi değil ama Hikmet Kıvılcımlı, hapishaneyi, her anını çalışarak ve üreterek geçirdiği bir üniversiteye dönüştürmeyi başarmıştır. 1933 yılında Elazığ cezaevinden çıkarken onlarca cilt çeviri ve orijinal eserler vardır dağarcığında. 10 yıllık parti yaşamının deneyimleriyle yazdığı ve o zamanki Merkez Komiteye tartışılması umuduyla sunduğu “TKP’nin Eleştirel Tarihi: YOL” adlı 9 ciltlik eseri de bunlardandır. Bu eserler: “Genel  Düşünceler”, “Yakın Tarihten Birkaç Madde”, “Parti’de Konaklar ve Konuklar”, “Parti ve Fraksiyon”, “Strateji Planı, Düşman: Burjuvazi”, “Strateji Planı, Müttefik: Köylü”, “İhtiyat Kuvvet, Milliyet: Şark” ve “Legaliteyi İstismar” başlıklarıyla bölümlenirler. YOL serisi, yazılışlarından 45 yıl sonra, 1978 ve sonrasında ancak yayınlanabilmiştir. 1937 1 Mayıs’ından başlayarak, Karl Marks’ın “Kapital”ini fasiküller halinde yayınlamaya başlar. 20’şer sayfalık bu fasiküller ancak 7 sayı yayınlanabilir. O dönemde yazdığı ve yayınlayacağını ilan ettiği, “Din Tarihinin Materyalizmi”, “İslam Tarihinin Materyalizmi”, “Osmanlı Tarihinin Materyalizmi” ve “Bergsonizm” adlı kitaplarını yayınlayamadan, ünlü Donanma Davası provakasyonu ile yeniden tutuklanır  ve 15 yıl hüküm giyer. Sultanahmet ve Çankırı cezaevlerinden sonra 11 yılını Kırşehir cezaevinde geçirip, 1950 affıyla çıkar. Yine onlarca eserle tabi.
İzmir mahkemeleri  hakkında  çeşitli görüşler kamuoyunda  yeralır (resmi tarih olarak). Sırası gelmişken partinin tarihsel bilgilendirmesi altında pek bilinmeyen olaylar vardır.İzmir’de savcı İsmail Bilen’e hukuki şahıs tespiti yapmak için sorar <36 adet isimli kimliğin var bunların hangisisin>.İsmail Bilen de 37 kimliğini verince şahsın tespiti yapılamadan yargılanmaya başlar. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile mahkeme ifadelerinde tartışma çıkmıştır. Dr.Hikmet Kıvılcımlı siyasi savunma istememektedir. İsmail Bilen ise siyasi savunma yapmıştır. Ve 4.5 yıl cezaları kesinleşmiştir.
Anlaşılıyor ki bu üç yoldaş en son dışarıda kalan ve içeri alınan ve işkenceden geçenlerdir. İsmail Bilen Güney Akdeniz ve Kürdistan sorumlusudur. Hüsamattin Özüdoğru ise İstanbul ve Haliç tersanesi sorumlusudur. Tabii parti merkez  komitesinde  gençlik sorumlusu olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı ise genel sekreter  fiili sorumluluğunu üstlenmiştir. Bunu  İsmail Bilen ile savunma staratejisi  tartışmalarından anlıyoruz.
Fakat aldıkları ceza sonrası İsmail Bilen Sinop  Cezaevine nakli  çıkmıştır. Partinin istihbaratına göre kendisine yargısız infaz uygulanacaktı Sinop Cezaevinde. Çünkü Partinin yargısız infazları bu cezaevinde gerçekleştirilir devlet tarafından.
Böylece Susurluk ‘da tüm güvenlik güçleri ortadan kaldılarılarak İsmail Bilen Sovyetlere kaçırılmıştır dünya işçi sınıfı tarafından.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı tüm yaşamı boyunca işçi sınıfına kendini adamış parti içinde sınıf için hemen hemen tek kendine has teorik eserleri  vermiş  komünisttir. O dönem bir avuç yönetici kendi aralarında büyük tartışmalar yaşamış ve bunun sonucu parti ile ilişkileri kesilmek zorunda kalmıştır. Toplam 22,5 yıl olarak Dr. Hikmet Kıvılcımlı en uzun siyasi hükümlü olarak cezaevlerinde ömrünü sürdürürken üretken olmuş ve çeşitli teorik yazılar yaratmıştır.
Kendisinin imzası ile yazılmış emek deyiminin komünistlere yakışmayacağı üzerine parti  bildirisi vardır. Emek kelimesinin kullanılmamasını işçi sınıfını perdelediğini  açıklar yazısında.
Tarih Devrim Sosyalizm
Genel Düşünceler
Partide Konaklar ve Konuklar
İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)
Taktik Ana Halkası: Legaliteyi İstismar
Parti ve Fraksiyon, Yakın Tarihten Birkaç Madde Strateji Planı
Oportünizm Nedir?
Halk Savaşının Planları
Devrim Zorlaması Demokratik  Zortlama
Türkçe'nin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz
Eyüp Konuşması
Osmanlı Tarihinin Maddesi
Uyarmak İçin Uyanmalı Uyanmak İçin Uyarmalı
Türkiye Köyü ve Sosyalizm
Devrim Nedir?
Üretim Nedir?
Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler
Anarşi Yok! Büyük Derleniş!
Türkiye'de Sınıflar ve Politika
Kısaca Marksizm Düşünüşü
Diyalektik Materyalizm
Devrimci Aydın Nedir?: Hanri Barbus
Finans-Kapital Ve Türkiye
Yol Anıları
Durum Yargılaması
Diyalektik Materyalizm Nedir? Nasıl Kullanılır? Ne Değildir?
Üç Seminer
Metafizik Sosyolojiler
Fetih ve Medeniyet eserlerinin bazılarıdır.
Türkiye'de Kapitalizmin Gelişimi
Emperyalizm Geberen Kapitalizm
Tarih Tezi
Osmanlı Tarihinin Maddesi
Komün Gücü
Bergsonizm

eserlerinin bazılarıdır.

4 Ocak 2013 Cuma

KURTULUŞ KAYALI'NIN SEMPOZYUMDA SUNACAĞI "Karşılıklı İlişkileri Bağlamında Hikmet Kıvılcımlı ile Memleket Sosyal Bilimcileri ya da Türkiye’nin Tipik sosyal Bilimcilerinin Hikmet Kıvılcımlı’nın Metinlerini Algılama Zaafları Üzerine Bazı Düşünceler" BAŞLIKLI YAZISI

Karşılıklı İlişkileri Bağlamında Hikmet Kıvılcımlı ile Memleket Sosyal Bilimcileri ya da Türkiye’nin Tipik sosyal Bilimcilerinin Hikmet Kıvılcımlı’nın Metinlerini Algılama Zaafları Üzerine Bazı Düşünceler

SUSUŞ KUMKUMASINDAN NİSBİ ÖNEMİNİN KABÜLÜNE

Hikmet Kıvılcımlı’nın en fazla şikayet ettiği husus kendisinin ve özellikle düşüncelerinin “susuş kumkumasıyla” karşılaşmasıdır. Aslında doğru tutum Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdıklarının Ahmet Hamdi Tanpınar kadar “susuş suikastiyle” karşılaşıp karşılaşmadığını sorgulamaktır. Tabii ki Hikmet Kıvılcımlı’nın o ölçüde "susuş kumkumasıyla" karşılaşmadığı ortadadır. Kıvılcımlı’nın düşünceleriyle ilgilenilmezken bir müddet sonra düşüncelerinin bir ölçüde gündeme gelmesi gerçeğiyle karşılaşılmıştır. 1960’lı yılların sonrasında Hikmet Kıvılcımlı Türkiye’nin sol hareketlerinin bazı yayın organlarında güncellikle pamuk ipliğine bağlı metinler kaleme almıştır. Kendi bağımsız yayın organlarında düşüncelerini ifade etmenin yanında Türk Solu dergisinde, Aydınlık ve müteakiben Proleter Devrimci Aydınlık dergilerinde makaleleri yayınlanmıştır. Bunun dışında 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi başlıklı kitabı da Ant Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Buna mukabil sosyalist devrim stratejisini savunan yayın organlarında sürekli ABA oportünizminden, daha açıkçası Aybar-Boran-Aren oportünizmden bahsettiği için yazmamıştır. “Susuş kumkuması”nın bir ölçüde aşılması bu dönemde olmuştur. Ancak daha sonraki dönemde "susuş kumkuması"nın Ahmet Hamdi Tanpınar’a yapıldığı ölçüde aşılmadığı görülmüştür. Daha 12 Mart süreci geçmeden ise o "susuş kumkuması" bir biçimde ölçülü kabule ve mesafeli eleştiriye dönüşmüştür.
12 Mart’ın ilk aşamasında “Ordu kılıcını attı” manşeti çok da tipik görünmektedir: Aslında böyle midir sorusu sorulmalıdır. Ordunun kılıcını atmasının olumluluğunun temeli bariz bir şekilde Osmanlı toplumsal yapısının çözümlenmesiyle ilintilendirilmiştir. Dönemin sol zihniyetinden de bütünüyle ayrıştırılmış değildir. Ancak 12 Mart kendisini somut olarak hissettirince Kıvılcımlı’nın yaklaşım tarzının eleştirisini beraberinde getirmiştir. Önceden de başka vesilelerle eleştiri söz konusudur. Fakat eleştiriler çoğunlukla daha sonra gerçekleşmiştir. Örneğin Birikim dergisinde onun Osmanlı’nın ve Türkiye’nin sadece kendine benzediği olarak yorumlanan sui generisci şeklinde tanımlanan çizgisinin eleştirisi vardır. 12 Mart sürecinde de Proleter Devrimci Aydınlık dergisinin, daha doğrusu Aydınlık yayınlarının Hikmet Kıvılcımlı’nın Burjuva Devlet ve Ordu Teorisinin Eleştirisi başlıklı kitabı yayınlanmıştır. Hatta daha sonraki tarihlerde Doğan Avcıoğlu’nun Hikmet Kıvılcımlı’nın tarihe dair metinlerinin pekala Milliyetçi Cephe hükümeti döneminde okul ders kitaplarında okutulabileceğini belirtmesi genel fotoğrafı vermektedir. Tabii bu durum bariz bir şekilde fazlalaştırılabilir. Buradaki flu halinden çıkarılıp netleştirilebilir.
Anlatılmak istenen husus bir dönemdeki susuş kumkumasının zaman içinde kısmi olumlu bakışa, sonraki dönemde belirgin bir eleştiriye, daha sonra da yeniden önemsenmesi tarzında bir anlayışa, bir yaklaşıma ulaşıldığıdır. Bu süreç Kıvılcımlı’nın daha olumlu, ama sınırlı bir olumluluk içinde değerlendirilmesine yol açmıştır. Burada fotoğrafı belki de daha net görebilmek için Çağdaş Yol dergisinde, Kıvılcımlı çizgisindeki bir dergide Türkiye’nin değişik siyasetlerinden, sol siyasetlerinden, entellektüel kimliği de olan önemli şahsiyetlerin değerlendirmelerine bakmak gerekmektedir. Bu hususun en mütekamil tahlilinin en somut örneğini bir süre sonra Yalçın Küçük’ün “İki Hikmet” başlıklı incelemesinde , Aydın Üzerine Tezler kitabındaki çalışmada görmek mümkündür.

BİRKAÇ NOKTADA HİKMET KIVILCIMLI FARKI

Bu susuş kumkumasının ve daha sonra beliren kısmi eleştirelliğin nedeni Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdıklarının eleştirel mahiyetinde yatmaktadır. Hikmet Kıvılcımlı’nın perspektifi ve polemiğe dönük üslubu metinlerinin eleştirel niteliğini belirgin bir biçimde ortaya çıkarmaktadır. Döneminin  temel özellikleri Nâzım'a yönelik eleştirel tutumda somutlaşmaktadır. Marksizm Kalpazanları başlığıyla kaleme aldığı broşürlerden biri Nâzım Hikmet eleştirisidir. Zekeriya Sertel’in Türkiye’ye geldiğinde,1976 yılında Nâzım’ın gündelik hayatına dair yazdıklarına yönelik tepki hatırlandığında bu broşürde ifadesini bulan düşüncelerin ne kadar farklı, aykırı, rahatsız edici olduğu kendiliğinden anlaşılır. Aslında Nâzım’la beraber, birlikte bir zihniyet dünyası da eleştirilmektedir. Aslında sorun sadece Nâzım eleştirisi değil Nâzım üzerine bina edilmiş bir genel yaklaşımın eleştirisi mahiyetindedir. Türk entellektüel hayatı Nâzım’ın ve Nâzım üzerine literatürün köklü bir eleştirisine gelememişse de Nâzım’ın edebi metinlerinin eleştirisi noktasına ulaşılmıştır. Bunun ne ölçüde temellendirildiği ayrı bir inceleme konusudur.
Yol başlıklı kitap yayınlandığı dönem itibariyle bir ölçüde başka örnekleri de olsa fazla yaygın olmayan TKP eleştirisini en kapsamlı bir şekilde yapan bir çalışma mahiyetindedir. Aslında daha önce yazdıklarında da fazla örtük olmayan bir şekilde TKP eleştirisi vardır. Çok eski olmasa da Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama kitabı sadece TKP değil, örgüt ve önderler düzeyinde en eski sosyalist kuşaktan en yeni sosyalist kuşağa kadar genel bir eleştiri mahiyetindedir. Bu tarz bir eleştiri zihniyetinin daha belirgin olarak ortaya çıkarılmasında Brejnev’e Mektup’un kritik bir yeri var gibi görünmektedir. TKP içindeki temel iki eğilimin aşamalı devrim anlayışı nedeniyle eşitlenmesi gerektiği şeklindeki anlayış Kıvılcımlı’nın eleştirisinin önemini daha bariz olarak ortaya çıkarmaktadır. Yani siyasal anlamda düşünsel önemi daha sonra anlaşılmıştır. Bir de yeni dönem açısından geçmiş, özellikle ülkenin sol geçmişi hiç de bilinen bir tarihsel kesit olmadığından biraz da efsanevi bir fotoğraf gibi sunulmaktadır. Her ne kadar TKP eleştirisini Kıvılcımlı tetiklememişse de TKP’nin kapsamlı bir eleştirisinde Hikmet Kıvılcımlı’nın eleştirilerinin merkezi bir yeri vardır. Kıvılcımlı’nın düşünsel takipçilerinden birinin TKP eleştirisini onun değil, Vartan İhmalyan’ın yazdığı otobiyografisi etkilemiştir.
Türk sol geleneği içinde partiyi arama eylemi sürekli olarak olmuştur. Türk solcularının, eylemcilerinin ve entellektüellerinin partiyle buluşmaları oldukça zaman almıştır. Yeni yönelimleri sıralarında insanlar partiyle buluşmuştur. Partiyle buluşma durumunun komik sayılabilecek tezahürleri de olmuştur. Partiyle buluşmanın bir süre öncesi ve sonrası parti eleştirisini getirmiş, parti eleştirisi de sosyalizmi eylem düzeyinde ilgilenen kesimin Hikmet Kıvılcımlı’nın önemini keşfetmesiyle sonuçlanmıştır. Kıvılcımlı’nın düşünce adamı olarak önemsenmeye başlanması özellikle 12 Mart’a giden süreç içinde olacaktır. 12 Mart sürecinden çıkışta Hikmet Kıvılcımlı ilgisi arş-ı âlâye çıkacaktır. TSİP budur.
Kıvılcımlı’nın metinlerinin Türk sol düşünce geleneği içinde gündeme gelmesinin gecikmesinin nedenlerinin başında onun yoğun Osmanlı ilgisi gelmektedir. Onun Osmanlı Tarihinin Maddesi kitabı solun genel ilgi alanının dışında olarak telakki edilmek gereken bir kitaptır. Daha sonraki dönemde özellikle Osmanlı hakkındaki görüşleri, bilgiye yaslanan ve tahlille zenginleşen görüşleri solun gündemi değiştiği için önemsenmeye başlanmıştır. Ancak Osmanlı Tarihinin Ruhu'nun kısmi kabul görmesi bile mümkün değildir. Gecikme durumu biraz daha Kıvılcımlı’nın etki alanını arttırmışa benzemektedir. Osmanlı biraz daha sonraki dönemde mikro planda gündeme girmiş görünmektedir.
İnsan üretici gücünü de dikkate alması vesilesiyle Türk sol geleneğinin ilgi odağının dışına çıkmıştır. Bu çerçevede o anlamda Osmanlıya, eski Türk toplumlarına yönelik ilgisi yoğundur. Hatta İbn Haldun ilgisi de assabiye kavramı vesilesiyle ekonomik indirgemeci tutumdan uzaklaşmasının bir işareti olarak görülmelidir. Bu durum gelenek-göreneği de üretici güç olarak görmesi nedeniyle din ve ağırlıklı olarak İslam konusunun da dar bir şekilde anlaşılmasının önüne bir engel olarak çıkmışa benzemektedir. Özellikle Vatan Partisi deneyimi sırasında din konusuna farklı yaklaşımı örneğin Garaudy’nin Sosyalizm ve İslamiyet metninden genel anlamda heyecanlanma durumundan nasibini almamasıyla sonuçlanmıştır. Belki de durum bu kitap dolayısıyla oluşan tepkiye karşı tutumu dolayısıyla Niyazi Berkes’in “Doğuculuk Modası” başlıklı metnini çağrıştırmaktadır. Ancak onun bu noktada yeni olarak nitelenebilecek bir tepkisi olmadığı gibi, tepkisini, tepkilerini eski metinlerden çıkarsamak olanaklıdır. Sol için din sorununun hakikaten ciddi olarak tartışılması çok daha sonraki on yıllarda olacak gibi görünmektedir. Genelde din, özel olarak da Osmanlı konusundaki tartışmalarını farklı kılan bariz olarak bu konudaki bilgi birikimi ve dini tarihsel süreç içinde sosyolojik anlamda temellendirmesi gibi görünmektedir. Ordu konusundaki düşünceleri ile din hususundaki yaklaşımlarını illa ki birbiriyle çelişik unsurlar olarak görmemek gerekmektedir.
Osmanlı ilgisi daha geniş olarak meselelerle uğraşmasının yollarını açmış görünmektedir. Tabii bu durum ekonomik indirgemeci yorum yapmamasıyla da bağlantılıdır. Dolayısıyla Edebiyatı Cedide’nin Otopsisi başlıklı kitap da bir dönemi ayrıntıları, başka alanlara sirayet eden etkileriyle de birlikte görmesini beraberinde getirmektedir. Bu nedenle de edebiyat alanına dair de değerlendirmeleri vardır. Aslında çok değişik alanlarla ilgi hem indirgemeci olmamasıyla hem de genelde aydının tutumunu sorgulamasıyla bağlantılıdır. Devrimci aydın bağlamında Barbusse’un incelenmesi bu hususta kapsayıcı metinler yazmayı adeta teşvik etmektedir. Kapsayıcı tarzda metinler sosyolojik tahlillerle temellendirilmiş incelemelere yol açmaktadır. Türkiye’de genelde, siyaset ve akademik alanda sosyolojik tahlil denemelerinin çok sınırlı olması ya da sosyolojik tahlillerin bu coğrafyayı teğet geçmesi Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdıklarının önemini daha bir arttırmaktadır. Genelde değerlendirildiği zaman Behice Boran’ın metinlerinde ekonomi ve siyasetin dışında unsurların olmaması, daha doğru ifadeyle tarihsel ve geniş anlamda sosyolojik perspektifin olmaması Türkiye’de özellikle Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı ve Niyazi Berkes’in yazdığı metinlerin önemini daha bariz hale getirmektedir. Metafizik Sosyoloji Eleştirileri bu bağlamda önemli bir metin olarak tezahür etmektedir.
Barbusse gibi devrimci münevveri araştırması ve tarihsel ve sosyolojik tahlil anlamında Hikmet Kıvılcımlı bütünlüklü araştırmalar gerçekleştirmiştir. Bu anlamda da yazdıkları zamanın, 1960’lı yılların sosyal bilimcilerinin yazdıklarına takaddüm etmektedir. Hatta izah edilmeye çalışıldığı gibi bu çalışmalar ağırlıklı olarak sosyolojik ve tarihsel mahiyeti bakımından nitel bir fark arzetmektedir. Bu nedenle de yazdıkları ancak siyasal ve ekonomik tahlilleri açısından 1960’lı yılların metinleriyle karşılaştırılabilir. Dolayısıyla o dönemdeki metinleri, genel mahiyette olanlar ve dünyadaki gelişmeleri anlatanların dışındakiler örneğin belki de sadece 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi ile Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama dönemin sosyal bilim metinleriyle paralellik arzetmektedir. Onun bu kitapları da yazılan diğer metinlere göre, yazılan sosyal bilim metinlerine göre de daha bir geniş çerçevede kaleme alınmış görünmektedir. O dönemin siyaseti aşan anlamda siyasal bilim metinleri günceli tartışmakta, onun Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama kitabı ise meseleyi Türk sol hareketlerinin başlangıç döneminden itibaren ele almaktadır. Nitekim Türkiye’de siyaset tartışmaları da Sosyalist Devrim ve Milli Demokratik Devrim tartışmaları çerçevesinde cereyan etmenin ötesinde o tartışmaya hapsolmuştur. O dönemin özellikle belli eğitim kurumlarındaki solcu sosyal bilimcileri de kendilerini bu tartışma içinde konumlandırmışlardır. Bu tartışmayı aşan bir düşünsel çerçeve çizdikleri görülmemektedir. Bir de daha belirgin olarak 1960’lı yılların sosyal bilimcileri Türkiye’de düşünsel rönesansın 1960’lı yıllardan itibaren şekillendiğini düşünmüşlerdir. Dolayısıyla da herbir şeyin 1960 sonrasında belirlendiğini düşündükleri için de daha önceki düşünsel birikimi hiç mi hiç önemsememişlerdir. Mesele tabiri caizse neredeyse tümüyle Marksist klasiklerin çevirilerine hasredilmiştir. Dolayısıyla da geçmişten hiçbir şekilde beslenmeyen bir entellektüel tarih ve sosyal bilim anlayışı gündeme gelmiştir.

ALAYLILIKLA BİLİMSELLİK HEP Mİ KARIŞTIRILIR YA DA HAPİSANE TAHLİYE KAĞIDIYLA SORBONNE DİPLOMASINI KARŞILAŞTIRMAK TUHAF MIDIR?

Bu nedenle de Marx ve klasiklere belli ölçüde mesafeli duran entelektüellerin teoriyle ilgileri biraz değil fazlasıyla problemli ilgi olarak vasıflandırılmıştır. Bu çerçevede yorum yapmak için Mehmet Ali Aybar, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdıkları üzerinde durmak anlamlı olabilir. Uzun vadeli düşünüldüğü zaman bunların yazdıklarının Türkiye’de sosyal bilimin gelişmesi açısından daha belirgin bir rolü var gbi görünmektedir. Ki bunlar arasında belki de en fazla Hikmet Kıvılcımlı’nın Marksist klasiklerle ilgisi olmasına, onun 1930’larda önemli sayıda Marksist klasiği Türkçeye çevirmesine karşın Aybar ve Kemal Tahir’den daha az ilgi uyandırması üzerinde tartışılması gereken bir husustur. Türkiye’de siyasetle ilgili sosyal bilimciler 1960’lı yıllarda sosyal bilimin, daha gelişkin yanını temsil etmektedirler. İsmi anılan üç entellektüel ve benzerleri de bu sosyal bilimcilerden daha derinlikli tahlil yapmaktadırlar.
Hikmet Kıvılcımlı Marx’ın eksik bıraktığı dönemi tarihsel devrim çerçevesinde çözümlemektedir. Marx’ın ve Lenin’in yaklaşımına yönelik olarak bir noktanın ötesinde eleştirel yorum yapmaz. Ancak buna mukabil Aybar zaman içinde Leninizme daha önce de Stalinizme yönelik eleştiri getirmiştir. Onun ötesinde Marksizmin Batı Marksizmi çerçevesinde yorumlanması üzerinde düşünmeyi önerir. Selahattin Hilav ve giderek Kemal Tahir bu noktada daha eleştirel bir noktaya yönelmiştir. Selahattin Hilav çok daha net olarak Marksizmi Varoluşçulukla iç içe geçmiş şekilde yorumlamıştır. Bu konu üzerinde daha derin değerlendirmeler yapmak gerekmektedir. Sonuç olarak Kemal Tahir’in Marksizm konusundaki yaklaşımı ilginçtir ve daha ileri noktadadır. Olaya bakıldığı zaman bizim bildiğimiz yönü itibariyle ezberlediğimiz Marksizm eskimiştir demektedir. Bunların içinde Aybar’ın aksine bariz bir şekilde Hikmet Kıvılcımlı’nın Sovyet deneyimi konusunda eleştirel bir tutumu yoktur. Buna mukabil Aybar’ın temel meselesi Sovyet deneyiminin eleştirisi olarak tezahür etmiştir. Kemal Tahir Sovyet deneyiminin üzerinde ciddiyetle durmaya gerek duymamaktadır. Sovyetleri, sosyalist uygulamaları hiçbir biçimde ciddiye almamıştır. Ancak belki de o konuda ters duruma düşebileceği için üzerinde durmamayı tercih etmiştir.  Bu noktada Hikmet Kıvılcımlı’nın konumu çok daha farklı görünmektedir. Sovyet rejimine yönelik eleştirel olmadığı gibi Kemal Tahir gibi meseleye girmemeyi de tercih etmemiş, bilakis Sovyet deneyimini, sosyalist pratiği değişik dönemleri itibariyle övmüştür. Bunun en somut örneğini son metinlerinden birinde Brejnev’e Mektup’ta görmek mümkündür. Olayı bütünlüklü bir şekilde düşünmenin gereği vardır.
Burada meseleyi bütünlüklü olarak düşünmekten daha çok Batı Marksizmine yönelme tercihinden kalkarak değerlendirme yapmak doğru olur. Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı Batı Marksizmine o kadar açık değildir. Daha sonraları Türkiye’de Batı Marksizmin her türüne açık olanların en fazla Mehmet Ali Aybar’a, onun metinlerine ilgi duymaları, o metinleri yayınlamaları anlaşılır bir tutum olarak ortadadır. Bunların Aybar’a karşı olumlu bir tutum takınmalarının arkasında aynı zamanda Aybar’ın Sovyet sosyalizmine yönelik eleştirisinin ve erken denebilecek Stalin eleştirisinin de etkisi vardır. Hatta Stalin, daha doğrusu Stalinizm eleştirisi bu cenahta neredeyse tam da 1980’in biraz öncesine tekabül etmiştir. Hikmet Kıvılcımlı’nın bir nebze olumlu görünmesinin arkasında ise onun Toplum Biçimlerinin Gelişimi başlıklı metni vardır. Bu metin zamanlaması itibariyle Türkiye’de ATÜT tartışmalarının bir kesimin bakış açısından bitmeye yaklaştığı döneme tekabül etmektedir. Hikmet Kıvılcımlı da böyle bir farklılaşmanın teoride olmadığını söylemekte, bu anlamda da sosyalist kesimin ana öbeğiyle paralel düşmektedir. Batı Marksizmi de ana özellikleri itibariyle ATÜT’ü tartışmayı anlamlı bulmamıştır. Ancak Batı Marksizmiyle paralellik adına İbn Haldun üzerine odaklaşan Hikmet Kıvılcımlı bu vurguyla da yeni dönemin Marksist anlayışıyla uyumlu olmuştur. Tabii Mehmet Ali Aybar’a daha olumlu, Hikmet Kıvılcımlı’ya bir nebze olumlu bakmanın ardında bir de örgütlü mücadeleye yönelik benimseyici tutum vardır. Mehmet Ali Aybar TİP’ten sonra Sosyalist Devrim Partisi gibi partinin başında, aynı zamanda 1980 sonrasında Solda Birlik Arayışlarının, partileşme eyleminin içindedir. Hikmet Kıvılcımlı da eski dönemde partili olup, 1950’li yıllarda Vatan Partisi deneyimini yaşamış, daha sonra da 1971 süreci yolunda dernekleşme faaliyeti içinde olmuştur. Kemal Tahir de kırkından sonra dışarıdan gazel okuyan bir sanatçı olarak görülmekte ve somut siyasal gelişmelere uzak ve eleştirel bir noktada durmaktadır. Bir de olayın bir başka yönü itibariyle bu siyasal hareketlere temelde eleştirel yaklaşmaktadır. Ancak 1970 öncesi itibariyle dışarıdan en olumsuz figür olarak Aybar görünmekte, Aren-Boran ve MDD eğilimlerinin ona karşı eleştirisi güncel siyasetle, Türkiye’deki güncel sosyalist siyasetle çok fazla ilgili olduğu için itiraza neden olmaktadır.
Belki de Marx-Engels-Lenin’den kalksa da Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir’in yorumları,Türk toplumuna dair yorumları daha özgün görünmektedir. Bu yorumların ne ölçüde Marx-Engels-Lenin kaynaklı oldukları tartışılabilir. Hatta Kıvılcımlı’nın yorumlarını bu kaynakların şekillendirdiği, daha doğrusu Kıvılcımlı’nın metinlerinde bu kaynakların etkilerinin çok daha fazla olduğu söylenebilirse de, Kemal Tahir’in metinleri üzerinde, tarzı değişik olanlar dışında Notlar’ı üzerinde de bu metinlerin etkilerinin çok daha az olduğu aşikârdır. Bunun yanında Mehmet Ali Aybar da dahil olmak üzere karşı kesime göre Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı’nın bu topluma dair bilgi birikimi ve çözümleme deneyimi çok daha fazladır. Hele sorunun geçmiş dönemlere dair düşünülmesi halinde Osmanlı üzerine bilgilenme ve düşünme deneyiminin bu iki entellektüelde çok daha fazla olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aybar’ın Osmanlıya dair bilgisi ve tahlil düzeyinin çok daha sınırlı olduğu da tartışma kabul etmez bir gerçekliktir.
Bir sempozyumda Cemal Güzel "Türkiye’de Marksist Düşüncenin Gelişmesi" konulu bir bildirisinde aralarında yukarıda adları anılan iki entellektüeli, Hikmet Kıvılcımlı ve Mehmet Ali Aybar’ı da kapsayacak tarzda “mektepçi olmayan alaylı sol”, “mektepçi olmaktan çok alaylı sol” tabirini kullanmıştır. (Türk Tefekkür Dünyası Sempozyumu, Aralık 2012) Bu kullanımın gerçekliğe tekabül etmemesinin yanında, daha doğrusu hangi kesimin alaylı olduğunun tahkikinin gereği yanında ve ona rağmen sosyolojik bir gerçekliğe tekabül ettiğini söylemek mümkündür. Onların metinlerinin, bu üç entellektüelin metinlerinin hiçbir biçimde ilgiye mazhar olmadığı açıktır. Bir kere Kıvılcımlı yazdıklarının susuş kumkumasıyla karşılaştığını ifade etmiştir. İkinci olarak Mehmet Ali Aybar 1960’lı yılların sonlarından itibaren bir süre  tabiri caizse günah keçisidir. Kemal Tahir’in yazdıkları da her söz Marx’a atıfla başladığı için ciddiye alınacak durumda değildir. O dönemin özellikle akademisyenleri hem Marksist klasiklerin çevirilerini yapmaktadırlar, hem de metinlere sathi anlamda daha sadık sayılabilecek bir anlayışla değerlendirme yapmaktadırlar.
Özellikle siyaset bilimi, sosyoloji ve iktisat alanındaki metinlerde bu hal çok daha yoğun olarak görünmektedir. Bir de o dönemde Marksist klasiklere daha fazla ulaşılabilinir durumdadır ve çevirileri yapılmış vaziyettedir.  Dolayısıyla o dönemin genç siyaset bilimcileri, sosyologları ve iktisatçılarının bu metinlere daha vakıf oldukları söylenemese de bu metinlerle daha bir içli dışlı oldukları belirtilebilir. Fakat sınırlı birkaç örnek dışında Batı Marksizmine açık, ondan yararlanmaya yatkın bir durum görülmemektedir. Batı Marksizmi söz konusu dönemde bir biçimde tartışma gündemine gelmemiştir.

SONUÇ YERİNE

Sonuç olarak özellikle son dönem açısından, yani son on, on beş yıldır Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünce adamı ve sosyal bilimci olarak önemsenmesinin vasatı ortadan kalkmış gibi görünmektedir. Sadece siyasal doğrultusu ve eylem adamı kimliği nedeniyle önemsenmektedir. Bunun nedeni de onun üzerine yazanların siyasi kimliği ve yazılanların genellikle siyaset üzerinde odaklaşmasıdır. Zaman içinde akademik kimliği daha belirgin insanlar Kıvılcımlı üzerine yazmayı bırakmışlardır. Hikmet Kıvılcımlı yazdıklarıyla yeni dönemin değişen düşünce ortamının ilgisini çekmemektedir. Bu konu üzerinde dururken Hikmet Kıvılcımlı’nın metinlerinde telaffuz ettikleri düşüncelerden söz etmek, son dönemin başat eğilimleriyle onun düşünceleri arasındaki bağlantı noktalarına dikkat etmek gerekmektedir. Hikmet Kıvılcımlı genel yaklaşımları Türkiye’nin özgün yapısında test ederek, bu coğrafyadaki orijinalliği, en öne çıkan bir şey olarak da “sınıf orijinalitesini” ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Son dönem anlayışı açısından 1970’li yılları değerlendiren bir metinde yazar MDD hareketinin etkililik anlamında en büyük ardılını “biz bize benzerizci” şekilde özgün bir toplum fotoğrafı verdiğini beyan ederek eleştirel bir şekilde nitelemektedir. Böylesi bir niteleme, söz konusu somut örgütten öte çok geniş bir kesim için eleştirel bir çerçevede yaygın olarak kullanılmaktadır. Ondan öte iki husus özellikle önemlidir. Bunlardan biri Kemalizme yaklaşımı ile Kürt sorununa bakış biçimidir. Her ne kadar bu iki husus konusunda Kıvılcımlı’nın metinlerinin yazıldığı dönemde Kıvlcımlı’nın Kemalizme eleştirel baktığı, bir ölçüde eleştirel baktığı ve Kürt sorunu konusunda milliyetçi olmayan bir tepki verdiği söylenebilirse de bugünün baskın başat, yaygın düşünsel coğrafyası çerçevesinde bu konu es geçilmeyip konuşulduğu zaman Hikmet Kıvılcımlı’nın açıklıkla ya da daha doğrusu ve de örtük olarak Kemalist, milliyetçi ve muhafazakâr olarak nitelenmesi beklenmelidir. Bu durumun somut kanıtlarını bu sempozyumun tahlillerinde görmek mümkündür. Ve bugünün ortamı içinde ciddi bir sosyal bilimcinin, bugün en uç noktada Kemalizm konusunda eleştiri yaparken 1960’lı yılların ortamına göre Kemalizme Hikmet Kıvılcımlı’dan çok daha olumlu baktığı aşikâr görünmektedir. Son dönemde bazı “sol” çevrelere, daha doğrusu kendisini sol olarak niteleyen çevrelere ittihatçı nitelemesiyle bakma eylemi aslında Kıvılcımlı da dahil olmak üzere çoğu düşünce adamının bir ölçüde örtük olarak benzeri şekilde vasıflandırılmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu noktaya ciddiyetle dikkat etmek gerekmektedir.
Ancak Hikmet Kıvılcımlı Türkiye’nin tahlil edilmesi ve Türkiye’de sosyal bilimlerin gelişmesi noktasından incelenmeye kalkıldığı zaman onun yazdıklarını mutlaka üzerinde durulmak gereken metinler olarak düşünmek gerekmektedir. Onun metinlerinin, en azından İbn Haldun hakkındaki düşüncelerinin 1970’li yılların ortalarında Türkiye’de en gelişkin mahiyetteki bir İbn Haldun kitabının yazılmasına ve en olmayacak kurumda, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Batı düşüncesi yanında “Doğu-İslam Düşüncesi” başlıklı bir dersin açılmasına vesile olduğu söylenebilir. Zaman içinde Türkiye üzerine araştırmaların azalması, ondan öte böyle bir araştırma yapma gereksinimi duyulmaması biraz da yapılan çalışmalarının mahiyetiyle ilgili olup Türkiye’de sosyal bilim çalışmalarının temel niteliğinin değiştiğini göstermektedir. En öne çıkmış metni, önemsenmesi gereken metinlerden biri olarak Tarih Tezi metni Marx’ın incelemediği dönemi kapsaması nedeniyle ATÜT’e karşı tepki mantalitesine uygun,yatkın bir nedenle reddedilmiştir, eleştirilmiştir, hafife alınmıştır. Bugün de Türkiye üzerine genellikle Batıda yazılan metinler ele alınmakta ve yeni ve eski metinlere orada ifade edilen hükümlerin kitapta yeri olup olmadığı sorulmaktadır. Aslında son dönemde, Türkiye’de araştırma metinlerinin belirgin bir şekilde bu toplumdan soyutlandığı görülmektedir.
Her nasılsa daha 1960’larda Kemal Tahir, Mehmet Ali Aybar ve Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdıkları Türkiye’de sosyal bilimcilerin farkında olmadıkları şekilde Türkiye’nin can alıcı sorunları konusunda ufuk açıcı özellikler taşıyorsa, aynı metinler bugün için de Türk toplumunun temel meselelerine dair ciddi tespitler içeren metinler olarak düşünülmelidir. Ölümünden kırk yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra Hikmet Kıvılcımlı’nın kimi tespitlerinin yanlış da olsa Türkiye’nin meselelerini anlamak açısından önemli bir dayanak olabileceği düşünülmelidir. Zaman içinde bazı kimseler farkına varmadan bizim geleneğimizdeki önemli entellektüellerin düşüncelerini tekrarlamaktadırlar. Dolayısıyla gelenek olmadan bir toplumda yeni düşüncelerin oluşmasının vasatı oluşmaz gibi görünmektedir. Siyasal hareketlerin gelenek hassasiyetinin onda biri Türk sosyal bilimcilerinde olsa Hikmet Kıvılcımlı’nın düşüncelerinin bugüne etkisi muhtemelen, kesinlikle daha fazla olur ve Türkiye’de sosyal bilim çalışmaları daha ileri bir aşamada seyrederdi.
Çalışmaları bugünün siyaset pratiğine ve sosyal bilim düzeyine birkaç gömlek bol gelen Hikmet Kıvılcımlı’nın metinlerini, önceki kuşak entellektüellerinin ve bu arada üstad Hilmi Ziya Ülken’in daha ciddi değerlendirip değerlendirmediklerini tahkik etmek Hikmet Kıvılcımlı literatüründe gelişmelere yol açar gibi görünmektedir. Fazlasıyla ana, yaşanan zamana bağımlı kalmak bu coğrafyanın düşünsel dinamiklerini zayıflatmaktadır. 


YALÇIN OKUT'UN SEMPOZYUMA SUNACAĞI "Kıvılcımlı’nın Kıbrıslı devrimciler üzerindeki etkisiYa da: NASIL ‘DOKTORCU’ OLDUK?.." BAŞLIKLI YAZISI

Kıvılcımlı’nın Kıbrıslı devrimciler üzerindeki etkisi 
Ya da: NASIL ‘DOKTORCU’ OLDUK?..


Yekten ve kestirmeden söyleyeyim, biz Kıbrıslı öğrencileri Doktor Hikmet Kıvılcımlı ile Fuat ve Latife Fegan tanıştırdıydı. Daha da ötesi, bizim ‘Doktorcu’ olmamızı sağlayan Fuat idi.
Fuat da, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okurken tanımış Dr. Kıvılcımlı’yı. Sene 1960’lı yılların ikinci yarısının başlarında ve ortalarında...
Sadık Göksu’nun, Kuvayı Milliye dergisinde (sayı 21, 2/2000) yazdığı: “Fuat Fegan’ın ‘Kıvılcımlı Bibliyografyası’nın Eleştirisi, Düzeltmeler ve Açıklamalar” başlıklı yazısından öğreniyoruz ki, Fuat Fegan ile Sadık Göksu aynı fakültede sınıf arkadaşıdıydılar. Ve yine S. Göksu’nun ifadeleriyle, Fuat Fegan Sadık Göksu’ya kızgınmış, kendisini Doktor Hikmet Kıvılcımlı ile niye tanıştırmıyor diye...
Biz Kıbrıslılar biliyoruz ki, Fuat’ın daha liseyi bitirir bitirmez, hatta belki de lise yıllarında da AKEL ile sıcak ilişkileri vardı.
Liseyi bitirince bir sene Leymosun limanında gümrük memuru olarak çalışmıştı, benim dayımın oğlu Mehmet Kaya ile birlikte. İkisinin de Rumcaları da İngilizceleri de çok iyi idi.
İstanbul’da tanıştığımızda ve müteakip yıllarda kendisine dayımın oğlu Mehmet Kaya Abi’nin selâmlarını ilettiğimde, “Evet onun da Rumcası çok iyiydi, ama benimki daha iyiydi” demiş ve eklemişti: “Ben Leymosun limanında gümrük memuru olarak çalışırken, gelip giden Rumlarla bir saat boyunca Rumca konuşurdum ve Türk olduğumu anlamazlardı. Bir saati aşkın sohbetlerimizde arada bir, bir dilbilgisi hatamı yakaladıkları zaman Türk olduğumu anlarlardı” demişti.
İnanıyorum.
Benzer anlatımları dayımın oğlu Mehmet Kaya Abim’den de dinlemiştim.
Bu da bir meziyet. Dil çok önemli...
***
Fuat Fegan, İstanbul’a üniversiteye hangi yıl gitti anımsamıyorum. Ama Londra’ya sık sık gidip gelmekte olduğunu biliyorum.
1965’te, AKEL Merkez Komitesi tek Türk üyesi Derviş Kavazoğlu’nun yoldaşı Yorgos Mişaulis ile birlikte hain bir pusuda çapraz ateşe tutularak alçakça katledilmelerinden sonra yeni bir MK üyesi seme/atama gündeme gelmişti. (O fotoğrafı görenleriniz hatırlayacaklardır; arabada kanlar içinde kucak kucağa – Türk ve Rum emekçi kardeşliğinin trajik simgesi)...
O kahpe pusu ve o hain cinayetten sonra AKEL, Fuat’a çağrı yapmıştı: “Gel, kahpece katledilen yoldaşımız Derviş Kavazoğlu’ndan boşalan AKEL Merkez Komitesi Türk üyeliğini sen devral” diye.
Bana bunu Fuat anlatmamıştı, o nedenle ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum.
Bana bunu TMT tarafından katledilecekler listesine konan ve bu nedenle İngiltere’ye kaçmak zorunda kalan AKEL’in ‘eski tüfek’ Türk üyeleri anlatmıştı.
Yine aynı ‘eski tüfek’ler, Fuat’ın bu teklifi kabul etmemesini: “AKEL’in Enosis [Yunanistan’a ilhak] politikasını benimsemediği”nden dolayı diye izah etmişlerdi...
Ben bu yoruma bir faktör daha eklenmesi gerektiğini düşünüyorum: Fuat, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nde felsefe okurken tatillerde Londra’ya gider, orada çalışır ve tabii bu arada Londra’daki AKEL’ci Kıbrıslı komünistler ile de görüşürdü.
Herhalde, AKEL’in Enosis politikalarına katılmamakla birlikte, o öneriyi kabul etmemesinde İstanbul’da Dr. Hikmet Kıvılıcımlı ile tanışmış olmasının ve o derya-deniz Usta’nın yanından uzaklaşmak istememesinin de rolü vardır.
Yoksa, AKEL’in teklifini kabul eder, AKEL Merkez Komitesi Türk Üyesi olarak gider Londra’da kekâ bir hayat yaşayabilirdi...
Tercih etmedi...
Ve İstanbul’a dönüp Latife Ablamızla evlendi. Bir sürü riski göze alıp Doktor’un yanında kalmayı yeğledi.
***
Yine kendisinden dinlemiştim: İsmet Abi’nin başkanlığındaki YİS o günlerde çok büyük grevler gerçekleştiren çok önemli bir sendika idi. Birçok devrimci genç YİS’in Cağaloğlu’ndaki merkezine gidip geliyorlardı. Tabii, Fuat da gidiyordu. Birkaç kez ben de gitmiştim, Fuat’la buluşmak için.
“Bir baktım” dedi Fuat, “Doktor oradaki eski bir daktiloda iki parmakla eski Türkçe’deki el yazmalarını Türkçe’ye çeviriyor ve yazmaya çalışıyor.”
“E, ben on parmak daktilo yazan bir insan olarak, Hocam, bırak ben yazayım” demiş ve Doktor’un el yazmalarını yeni yazıya kazandırma safhası da öyle başlamış...
1968-69 yılıydı. Biz sosyalist öğrenciler, İstanbul Kıbrıslı Türk Öğrenciler Derneği seçimini ezici bir çoğunlukla kazanmıştık.
Bir süre sonra Fuat Fegan elinde Doktor’un 1967’de çıkardığı Sosyalist gazeteleri demeti ile öğrenci derneğimize gelmiş ve uzun bir sohbetten sonra o gazeteleri Derneğe armağan etmişti.
Aynı yıllar, herkes biliyor, 68 Ayaklanması yıllarıydı. Dev-Genç’li olmayanımız yok gibiydi.
67 yılında yayımlanan Sosyalist gazetelerini okuduktan sonra da artık Doktorcu olmamak mümkün müydü?..
Doktor’un Tarihsel Maddecilik Yayınları’nda çıkardığı kitaplarını almaya ve okumaya başladıktı. Bir yandan da her gün işgaller, grevler, yürüyüşler, mitingler ve: “Ho, Ho Chi Minh, İki Üç Daha Fazla Vietnam; Ernesto’ya Bin Selam!” yıllarıydı...
Anımsıyorum, Doktor’un Tarih-Devrim-Sosyalizm eserini okuyor, okuyor ve fakat anlamakta zorlanıyorduk. Emperyalizm - Geberen Kapitalizm eseri ise nispeten daha kolayımıza geldiydi.
Derken, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin etkinlikleri... Aynı dönemde, Aksaray-Langa’da Doktor’un Dev-Genç Seminerleri dizisi gerçekleştiriliyordu. Artık bir yanımız Dev-Genç’ti, bir yanımız da Doktor’cu idi...

Doktor’un muayenehanesini taşımak...

Yine Fuat haber saldıydı anımsadığım kadarıyla. “Doktor muayenehanesini bizim eve taşıyacak, yardımcı olur musunuz?..”
Fadıl Çağda, Hasan Hakkı ve ben koşarak gittikti. Aslında taşınacak fazla bir şey de yoktu ya; taşınma taşınmadır... Bir masa, birkaç koltuk, bir hasta muayene kanepesi, bir kitaplık vs...
Güle oynaya taşıdıktı. Bu noktada, unutamayacağım şeylerden biri de, Doktor’un evinde buluştuktan sonra, muayenehanesine giderken yetmişine merdiven dayamış bir adamın adımlarına yetişmekte zorlandığımızdı; o kadar çevikti ve o yaşta o kadar hızlı yürüyordu. Zaten birçok yazısında ve kitabında da var ya: ‘yapacak çok iş var, acele etmeliyiz psikolojisi’; o hesap...
Taşıma faslından sonra, evinde Emine Hanım’ın pişirdiği bir öğle yemeği yedikti. Tabii Latife ile Fuat da vardı; ne de olsa onların evine taşınmıştı Doktor. Fuatlar, öndeki salonumsu odayı kendisine muayenehane ve çalışma mekânı olarak hazırlamışlardı; eşyalarını oraya taşıdıktı.
Yemekte sohbet ederken, arkadaşlardan biri duvarlardaki Kybele benzeri küçük biblovari el işlerini sormuştu. Kırşehir Zindanı’nda yaptığını söylemişti; ‘ekmek içinden’ diye de eklemişti.
Ben aptalca bir soru sordumdu:
--“Niye ekmek içinden Hocam?”
--“Başka bir şey vermiyorlardı ki, evlat” demişti.
O gün yemekte sohbet ederken, yine Kırşehir Zindanı’nda yaşadığı kargalarla ilgili bir anısını da anlatmıştı. Taze yumurta yiyebilmek için birkaç tavuk besliyormuş. Bir süre sonra, yumurtalar kaybolmaya başlamış. Olacak iş değildi, koskoca duvarlarla örülü hapishanenin küçük bir avlucuğundan yumurtaları kim çalabilirdi ki?..
Durumu takibe almaya başlamış. Tavuklar her yumurtlamadan sonra ortalığı velveleye veriyorlar ya, hemen iki karga gelip duvara tünemekteymiş. “Bu yezit kargalarda bir tür kolektif aksiyon da var” demişti. “Kargalardan biri aşağıya yumurtayı kapmaya inince, diğeri duvarın tepesinde bekçilik yapıyordu. Beni görünce de graklayarak diğerine haber veriyordu.”
Doktoru tanıyanlar benden daha iyi bilirler. Çok konuşmazdı, ama konuşmaya başlayınca da sohbetine doyum olmazdı.
TÖS’ün İstanbul salonunda verdiği Finans Kapital ve Türkiye konferansında salonun tıklım tıklım dolu olduğunu çok net olarak anımsıyorum. Zaten, o yıllarda hangi konferansı tıklım tıklım dinleyici ile dolmuyordu ki?..
Keşke daha çok tanıma fırsatımız olsaydı...
***
Tabii, biz Kıbrıslıların bir de Kıbrıs Sorunu ‘Belâmız’ vardı; bir yandan da onunla ilgilenmeli, ona da yoğunlaşmalı, o başbelâsına karşı da mücadele etmeliydik.
1970 senesinde Makarios’u öldürmek için helikopterine ateş açılmış, fakat pilot yaralanmış olmasına karşın helikopteri yere indirmeyi başarmış, böylece Makarios mutlak bir ölümden kurtulmuştu.
Makarios’un SSCB ve Üçüncü Dünya Ülkeleri ile geliştirdiği iyi ilişkiler ve Tito, Nehru, Nasır’la birlikte bloksuzlar grubunun liderleri arasında yer alması bizde kendisine karşı bir sempati uyandırıyor, TMT ve EOKA (ve arkalarındaki Gladio’lar) tarafından darbelenen Kıbrıs Cumhuriyeti’ne daha çok sarılmamıza yol açıyordu.
Helikopterine ateş açılması olayından sonra, Fuat’ın da katıldığı çok uzun süren bir toplantı yaptık ve Makarios’a ‘geçmiş olsun’ diyen bir telgrafı çekme kararı aldıktı. Ne de olsa, Kıbrıs’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak bizim de Başkanımızdı ve hayatına kastedilmişti...
“Ekselansları, hayatınıza kastetmek isteyen menfur suikast girişimini şiddetle protesto eder, sağlıklar dileriz” mealinde bir telgraf metni hazırlandı ve iki arkadaşımız, Fadıl Çağda ve Turhan Korun Sirkeci’deki merkez postaneye gidip telgrafı çektiler. Anımsadığım kadarıyla, bizlere teşekkür eden kısa bir cevap göndermişti.
Fakat olay gerici çevrelerde büyük bir tepkiye yol açmıştı. Nasıl olurdu, çoğu TC bursu ile okuyan Kıbrıslı Türk öğrenciler, Türkiye ile kavgalı olan “Kahpe Papaz”a geçmiş olsun diyebiliyorlardı?.. Tiz tedbir alınmalı, bu fesadın elebaşlarına hak ettikleri bir ceza verilmeliydi... Kıbrıs Türk Liderliği tarafından 30-35 kişilik bir ‘elebaşılar’ listesinin Türkiye’den atılmaları için MİT’e gönderildiği şeklinde duyumlar alıyor fakat ihtimal vermiyor ve aynı hızla çalışmaya devam ediyorduk.
***
Fuat Fegan’dan da, Fadıl Hasan (Çağda’dan) da dinlemiştim: Fadıl arkadaşımız, bir gün: ‘Hocam Kıbrıs konusunda ne düşünüyorsunuz?’ diye sormuştu da Doktor’un yanıtı çok kısa olmuştu: “Kıbrıs’ı bölecekler” demişti.
Öngörüsü -bu konuda da- doğru çıktı. Böldüler... Henüz daha Taksim resmen ilan edilmemişse de adamızı fiilen böldüler...
Yine Fuat Fegan’dan dinlemiştim: Doktor Kıbrıs’a özel bir ilgi duyuyor ve Makarios’u yakından izliyordu. Nitekim 1963 çatışmaları başlayınca, Yeşil Hat’tın güneyinde Rum tarafında bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti Devlet Hastanesi’nde mahsur kalan Türk hemşireleri kendi korumasına alarak bir gece sarayında barındırmasını, ertesi gün de bizzat kendisinin o kadınları sınıra kadar sağ-salim getirip Türk makamlarına (veya, güya arabuluculuk yapan İngilizlere) teslim etmesini Doktor bir yazısında kısaca zikretmiş; ve Makarios için ilginç bir devlet adamı demişti.
Şimdi bana: bul, söyle; nerede ne zaman yazdı Doktor bu satırları diye sorarsanız, açıkçası hatırlayamam, ama polisin SBF yurdunu bastığı ve öğrencileri hunharca dövdüğü tarihten hareketle bulunabilir.
Muhtemelen, ‘SOSYALİST – Düşünce ve Davranış Gazetesi’ni ikinci kez çıkardığında ilk sayılarından birinde idi. O günlerde, polisin SBF yurdunu basıp oradaki öğrencileri eşşek sudan gelinceye kadar dövdüğünde, çok feci bir dayak yiyenlerden Kıbrıslı bir genç kızın ertesi gün Günaydın gazetesinde, “Bize Rumlar bile bu kadarını yapmadı” figanı üzerine yazmış olacak.
***
Kıbrıs’a kesin dönüş yaptığımdan epey bir zaman sonra, vaktiyle Günaydın gazetesinde “Rumlar bile bize bu kadarını yapmadı” sözleri çıkan kişinin ablası ile tanıştımdı. Kendisine bana kız kardeşini tanıştırmasını, kız kardeşi ile röportaj yapmak istediğimi söylemiştim de, “Bırak Yalçın karıştırma o eski defterleri, o eski acıları” demişti.
Karıştırmadım...
Ama görüldüğü gibi, zaman zaman yine önümüze çıkıyor o eski defterler ve o acılar...
Çünkü anımsıyorum: Doktor, diğer Türkiyeli öğrenciler gibi feci şekilde dövülen o Kıbrıslı kızın Günaydın gazetesinde çıkan figanlarından alıntılar yaparak: “Sınıfsal kinin ne kötü bir kin olduğundan haberdar değil bu Kıbrıslı genç kız” mealinde bir yorum yapmıştı.

SOSYALİST gazetesi afişlemesi...

SOSYALİST – Düşünce ve Davranış Gazetesi’nin ikinci kez yayın hazırlıkları sürerken biz Kıbrıslılar -bizim Sirkeci’deki Kıbrıslı öğrenciler yurdumuza da çok yakın olduğundan - Orhan Müstecaplı’nın Cağaloğlu’nda bodrum katındaki o dehliz gibi mekânına gidip geliyorduk.
Daha, ‘SOSYALİST – Düşünce ve Davranış Gazetesi’ çıkmadan önce, yaz tatili günlerinde, Fadıl (Çağda), Hasan (Hakkı) dostlarım ve ben, İTÜ Taşkışla binasının iç bahçesinde bir afiş basmıştık serigrafi tekniğiyle ve Kıbrıs’a göndermiştik. Dev-Genç’in simgesi haline gelen yumruğu sıkılı o genç afişini kopya etmiş ve Kıbrıs’a göndermiştik.
Biz o tekniği bilmiyorduk. O tekniği bilen İTÜ’den Şafak Morgül arkadaşımız hem bize o tekniği öğretiyor, hem de yardımcı oluyordu. Açıkçası, baskıyı kendisi yapıyor, biz de bastığı afişleri kurusunlar diye bahçeye seriyorduk.
Şanlı 15-16 Haziran Direnişi’nin ertesi haftalarıydı ve Sıkı Yönetim vardı. Şafak o Şanlı Direnişte tutuklanmış fakat kısa bir süre sonra serbest bırakılmıştı. O Şanlı Direnişte -anımsıyorum- Latife Fegan da tutuklanmıştı. Emel (Fuat’ın kızkardeşi) de kışlaları gezip gezip yengesi Latife’yi arıyor ve bir türlü bulamıyordu. Akşam saat 8’den sonra da sokağa çıkma yasağı getirilmişti...
***
Hiç unutmuyorum, o gün İTÜ Taşkışla binasında Şafak o afişleri serigrafi tekniği ile basmaya başladığında, besmele diye, işe: ‘Marks-Engels-Lenin Adına..’ diyerek başlamıştı... Hayır, biz Marksist Kıbrıslılarda besmele olayı yoktu (Kıbrıslı genç kuşakta din olayı sönümlenmiş gibiydi) tabii de, Şafak Morgül dostumuzun o söylemi çok hoşumuza gitmişti doğrusu...
Şafak çok yetenekli ve de çok şakacıydı. İçerden yeni çıktıydı ya, arada bir: “Gidin, önkapıya bir göz atın, ‘Aynasızlar’ gelip de bizi enselemesinler” derdi. Biz de gidip ön kapıya bakardık. Dönünce de raporumuzu verirdik: “Aynasızlar yok Şafak, sen afişlerimizi basmaya devam et!...”
***
Aynı günlerde, biz Kıbrıslı öğrenciler derneği olarak, Doktor’un ‘Diyalektik Materyalizm - Gerçek Bilim’ kitapçığını daktilo ederek İTÜ Öğrenci Birliği’nin teksir makinesinde çoğaltıp dağıtmaya başladıktı. Kapağına da yayıncı olarak derneğmizin adını yazdıktı... Vay, sen misin o zararlı, o hain broşürü basıp dağıtan?.. İki gün sonra polis öğrenci yurdumuza geldi, Fadıl arkadaşımızı alıp götürdü. Bir araba dayak!...
İyi saatte olsunlar, “Bunlar iyice azıttılar; Makarios’a telgraftan sonra, şimdi de en azılı komünistin kitaplarını basmaya başladılar” diye düşünmeye başlamış olacaklardı ki, kısa bir süre sonra: Fadıl (Çağda), Kuydul (Turhan), Saydam (Ahmet), Turhan (Korun), Harper (Vehbi), ve Taner (Galip) Türkiye’den dınırdışı edildiler... 30-35 kişilik liste revize edilerek 6’ya düşürülmüştü.
İki iki yakalanıp kelepçelenerek polis nezaretinde trenle Edirne-Kapıkule sınırına götürülüp oradan Bulgaristan’a şut!..
Biz Dernek olarak sınırdışı edilen arkadaşlarımıza: “İndiğiniz ilk tren istasyonundan bize telefon edin, size elimizden geldiğince yardımcı olalım” demiştik. Çünkü Fadıl arkadaşımızın bütün ısrarlarına rağmen polis, yurdumuza gelip paltosunu almasına bile izin vermemiş ve kış aylarının o kırcı soğuğunda Fadıl’ı paltosuz trene atıp götürmüştü; ki, Sirkeci’deki Kıbrıs Öğrenci Yurdu ile polis merkezi Sansaryan Han arasındaki mesafe sadece 300-400 metre idi...
Fadıl, Kuydul, Saydam, Turhan, Taner ve Harper sınırdışı edildikten sonra derneğimizin bütün sorumlulukları bana, Bektaş’a ve Şefik’e ve tabii çevremizdeki diğer değerli arkadaşlara kalmıştı...
O yıllarda: “Ankara’da Hakimler var”dı!..
Ve biz çok değerli hukuk hocalarının örneğin daha sonra faşistler tarasından katledilecek olan Muammer Aksoy Hoca’nın da gönüllü yardımlarıyla Danıştay’da yürütmeyi durdurma davası açtıktı; hükümetin bu adaletsiz, haksız ve gerekçesiz kararının iptali için.
O çok değerli hukuk hocalarımızın gönüllü müdahaleleri ve çok değerli insan Av. Niyazi Ağırnaslı’nın savunmalarıyla o davayı kazandıktı da... Fakat “anavatan” Türkiye’den sınır dışı edilen “yavru vatan”lı arkadaşlarımız Avrupa’da evsiz-barksız-parasız dolanırlarken Ankara’da Danıştay’daki dava sürecini nasıl izleyebilirlerdi ki?..

What a fucking coincidence...

‘What a fucking coincidence’ der İngilizler bu gibi durumlarda. ‘Ne boktan bir raslantı’ diye çevrilebilir.
Şeytan Puşt!.. O günlerde Türkiye’de Kolera hastalığı çıktıydı. Her ne kadar, ilgili yetkililer: “Hayır, bu kolera değil, para-koleradır” diye yalan açıklamalarda bulunmuşlardıysalar da, o yaygın hastalığın ‘para-kolera’ değil, doğrudan Kolera hastalığı olduğunu hepimiz biliyorduk ve de suları iki kez kaynatarak içiyor ya da yemeklerde kullanıyorduk...
Ve Bulgaristan makamları Türkiye’den giden trenlerden hiç kimsenin inmesine izin vermiyorlar, yasaklıyorlardı... Bu nedenle de o trenlerden birinde sürgüne gitmekte olan Kıbrıslı arkadaşlarımız Sosyalist-Dost Bulgaristan’da trenden inememişler, burun kıvırdığımız Yugoslavya’da inebilmişlerdi...
Gerçekten de: ‘What a fucking coincidence!..’ Aynı günlerde hem sınır dışına atılma trajedisi, hem de kolera vakası...

Dr. Kıvılcımlı’nın Kıbrıs’la ilgili trajik hikayesi...

Fuat, 12 Mart Darbesi üzerine İstanbul’dan Ankara’ya gitmiş ve kardeşi Ali Fegan’ın da yardımlarıyla kendisini Kıbrıs’a zor atmıştı.
Biz de o günlerde Kıbrıs’a seyahat ederken Hacı Bekir lokum paketlerindeki lokumların altında Doktor’un el yazmalarını Türkiye polisinden kaçırıp-kaçırıp Kıbrıs’a aktarıyorduk...
Kıbrıs’ta Fuat’la görüştüğümde anlatmıştı o trajik hikâyeyi...
Fuat’ın yukarıda da değindiğim gibi AKEL (Kıbrıs Komünist Partisi) ile iyi ilişkileri vardı.
Doktor’u Türkiye’den çıkarmak/kaçırmak gündeme gelince AKEL’e gitti ve Doktor adına hazırlanacak bir pasaport istedi.
“Bakalım, görüşelim, sana haber veririz” demişler...
Fakat o “bakalım-görüşelim” sözleri sonun başlangıcıydı...
O her şeyi dumura uğratan kaskatı mekanizma yine işlemiş; ve küçük bir ülkenin partisi olan AKEL yöneticileri, yukarıdaki ‘Abi Parti’ SBKP’ye telefon açıp sormuş: “Şu şu isimdeki Türkiyeli bir komünist bizden pasaport istiyor, ne diyorsunuz?”
Yukarıdaki ‘Abi Parti’ de o günlerin bürokratik mekanizmaları içinde ‘kardeş parti’ TKP’ye sormuş: kimdir bu adam diye...
Moskova, Berlin ve Varşova’yı ‘babasının çiftliği’ yapmış bulunan Laz İsmail de: “Biz onu fi tarihinde partiden ihraç etmiştik; o ajan provokatördür” diye rapor yazmış...
Bunun üzerine, ‘Abi Parti’den AKEL’e: “İlgili şahısa pasaport hazırlanmasın” talimatı gitmiş...
Hatta dahası: “Sen Bulgarlar’a git” denmiş, “onlar bu konuda daha uzmandırlar” da denmiş...
Ölür müsün, öldürür müsün deyişinin yeri tam da burası olsa gerek!..
***
Müteakip yıllarda Moskova’da yine rutin Uluslararası Komünist Partiler toplantısı vardı. O toplantıya Kıbrıs’tan giden AKEL Başkanı Ezekias Papayuannu bir ara Zeki Baştımar’a sormuş: “Neydi o, Dr. Kıvılcımlı adlı birinin bizden pasaport istemesi ve reddedilmesi olayı” demiş.
Zeki Baştımar da: “Bırak canım, o Laz’ın bok yemesiydi” demiş...
Meğerse o günlerde -göçmen- TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar tatildeymiş de yerine Laz İsmail bakıyormuş; o raporu Laz İsmail yazmış...
O, Uluslararası Komünist Partiler toplantısından sonra Kıbrıs’a dönünce Fuat’a haber salmış AKEL Başkanı Ezekias Papayuannu: “Arkadaştan özür dileriz” diye... Fakat çok geç idi tabii...
Bütün bunlar Fuat’ın bana anlattıklarıydı, daha ben İsveç’e gitmeden önce, gerek Kıbrıs’ta gerekse İstanbul’daki sohbetlerimizde.
1974 sonlarında, önce Almanya’ya sonra da İsveç’e gittiğim zaman Sovyetlere bakışın çok daha farklı boyutlarda olduğunu müşahede ettimdi.
TDF örgütlenmesi de, ki küçümsenemeyecek bir örgütlenme idi; Sovyetler Birliği’ne o bakış açısı etkisinde ve çerçevesinde gelişmiş, ya da o çerçeveye kilitlenmişti...
***
Kıvılcımlı’nın Ahmet Usta (Camuşcuoğlu) ve Orhan Aksungur’la birlikte o küçük tenkecikle Kıbrıs’a çıkması hikâyesini Yol Anıları’ndan herkes bilir de Doktor her şeyi yazmamış.
Kıbrıs’a vardığında, Makarios hükümeti, “düşmanımın düşmanı dostumdur” reel politikerliği ile “Dilediğin kadar Kıbrıs’ta kalabilirsin” demiş. Ve bizzat Makarios kendi talimatıyla dönemin en iyi cerrahlarından Dr. Bibis adlı Rum doktor müdahalesini sağlamış. Dr. Bibis kanser illetine çare olamazdı tabii de, en azından yeniden azmış bulunan kanama ve ağrılarını geçici bir süreliğine olsa da dindirmiş.
Makarios hükümetinin “dilediğiniz kadar kalabilirsiniz” teklifini Doktor’un kabul etmemesi, o her zamanki ‘düşmana açık vermeme’ tedbirliliğine bağlayabiliriz. Yoksa dönemin en gerici gazetelerinden Tercüman’da: “Biz demedik mi haindir diye, işte gitti Kahpe Gâvurlara, Kızıl Papaz’a sığındı” manşeti tahayyül edilebilir...
Ve kanamaları durdurulduktan sonra aynı teknecikle Suriye’ye müteveccihen yeniden yola koyulma...
O günlerde Fuat’la niye Kıbrıs’ta buluşamadılardı, bilmiyorum; ya da hatırlamıyorum. Ama öyle bir durum yaşanmıştı: Doktor güney Kıbrıs’tan Fuat’ın evine telefon açar. O sırada Fuat evde değil. Telefonu babası açar. Doktor: ‘Fuat’la görüşmek istiyorum’ der. Fuat’ın başına bir belâ geleceği hatta öldürüleceği tedirginlikleri içinde yaşayan baba, ‘Kim arıyor?’ diye sorar. Doktor, yine o tedbirlilik içinde: ‘Ben babasıyım’ demesin mi?..
Tam baltayı taşa vurmak diye buna denir herhalde...
Ve baba, Fuat’a öyle bir telefondan uzun zaman hiç söz etmez. Böylece Kıbrıs’ta buluşamazlar.
İzleyen günlerde Rumca gazetelerde fotoğraflarıyla birlikte çıkan haberleri okuyunca Fuat peşlerine düşüp Suriye’ye gider, fakat orada da buluşamazlar.
Gerisi biliniyor. Suriye’de Sovyet vizesi bekleyişi; fakat Moskova yerine Sofya’ya gönderilişi, Sofya’dan da Doğu Berlin’e ve ‘CIA ajanlarının cirit attığı’ Batı Berlin’e şut!..
Fuat, Doktor’un Kıbrıs’ta kalmak istememesini sadece Türk ırkçılığının istismarı ile açıklayamayız diyordu.
Fuat’a göre, Doktor’un ısrarla Moskova’ya gitmek istemesi, orada TKP tarihini didik didik ederek hesaplaşmak istemesiydi...
***
Düzensiz yaşama ve arşivsiz çalışmam nedeniyle unuttuklarım muhakkak ki vardır; affola...
Yalçın Okut
31 Aralık, 2012, Kıbrıs

MEHMET AKYOL'UN SEMPOZYUMA SUNACAĞI " Kıvılcımlı’nın Düşüncüleri Doğrultusunda Sendikal Hareketin Yeniden Yapılandırılması" BAŞLIKLI YAZISI

Kıvılcımlı’nın Düşüncüleri Doğrultusunda Sendikal Hareketin Yeniden Yapılandırılması

Gerekçe

Kıvılcımlıyı Kıvılcımlı yapan özellik, onun, sınıfın düşünce ve davranışının geldiği seviye ile yetinmeyip, somut durumun somut tahlile ile günün değişen şartlarına uygun düşünce ve davranış yöntemlerini bulmaya özen göstermesidir. Kıvılcımlıyı anlamak demek, Kıvılcımlının şu tarihte şu soruna şöyle çözüm getirdi, çözümleri doğru, eksik veya yanlıştı demekle sınırlı olamaz. Kıvılcımlı nasıl ‘kara kaplı kitapla’ yetinmedi ise, onu anlamaya çalışanlardan Kıvılcımlının beklediği kuşkusuz kendisinin yapmadığı, yapamadığı, yapamayacaklarını yapmalarıdır. Kıvılcımlı Marx’ın beklentisinin bu olduğunu söylüyor, kendisinin de ayni beklenti içinde olduğu gün gibi açıktır.
Dünyayı saran ekonomik krizin ilk dönemlerinde Marx tekrar ‘moda’ olmuştu, Komünist Manifesto tekrardan en çok satanların listesine girdi. Krizi açıklamakta zorlanan ekonomistler Marx’ın kriz teorilerinden medet umdular. Ancak bunu yaparken Marx’ın kriz teorisinin mantık sonuçlarını, yani devrimin gerekliliğini, Kıvılcımlının deyişi ile ‘susuş kumkumasına’ getirdiler.
Aslında kendilerini Marx’ı incelemeye adamış ‘Marxolog’ denilen ekonomistler veya bilim adamlarına tarihin her döneminde rastlamak mümkün. Bunların görevi esasta kendilerine göre binlerce defa ispat etmiş olsalar bile bin birinci kez Marx’ın nerede yanıldığın ispat etmek. Tam olarak hatırlamıyorum ama ya Kıvılcımlı veya bir başkası bir yerde ‘Tanrı Marxı Marxistlerden korusun’ anlamına bir şeyler söylediği aklımda kalmış. Benim duam veya gerekçemde buna biraz benziyor ‘Tanrı Kıvılcımlıyı Kıvıcımlıloglardan korusun’. Sempozyumun bir ‘Kıvılcımcıloglar Toplantısı’ olmaması dileği ile asıl konuma dönmek istiyorum.

Giriş

Günümüzde sendikal hareketin Dünya ölçüsünde bir ‘örgütlenme krizinde’ olduğu biliniyor. Sendikal hareketi bu krizden çıkaracak bir ‘yeniden yapılandırılma’ için Kıvılcımlı'nın 'örgütlenme' konusunda ki düşüncelerinin ne kadar yol gösterici olduğu tartışmaya açılmalıdır.
Bu tartışmaya giriş amacı ile ilk önce Kıvılcımlı’nın üç ayrı dönemde konuya ilişkin görüşlerini özetlemek bunu takiben günümüzde bu görüşlerin alabileceği şekli çizmek bu yazının çerçevesini oluşturmaktadır.

1. Kıvılcımlı’ya göre Sendikalar

I.  Yol, Legaliteyi İstismar’da sendikalar ve işçi kuruluşları

Temel mantık: İşçi sınıfı toplumun keşif gücüdür, işçi partisi ise sınıfın keşif gücüdür. İktidar mücadelesi için öncülük görevi aralarında sendikalarında olduğu işçi kuruluşları tarafından yerine getirilir. Politik mücadele (İktidar mücadelesi) öncülük görevi üstelenen parti tarafından yürütülür. Ekonomik, sosyal, kültürel alanlarda ise işçi kuruluşları oluşturulmalıdır.
Burada dikkat çekici olan sendikaların sadece ekonomik mücadele ile sınırlı tutulmalarıdır, sosyal ve kültürel alanlarda da çalışma yapmalarının öngörülmesidir. Bu anlamda sendikalarla işçi kooperatifleri, işçi kuruluşları arasında bir fark bulunmamaktadır. Kıvılcımlı böylece sendikaları sadece ekonomik mücadele aracı gören görüşlerle arasına bir sınır çizer. Bu sınır çizgisi daha sonra ki aşamalarda da kendini gösterir.

II. Vatan Partisi Programında sendikalar ve işçi kuruluşları

Legaliteyi İstismar ile konan teorik çerçevenin ilk somut hayata uygulama girişimi Vatan Partisi Programı ile yapılır. Sendikalar her şeyden önce ‘Teşkilatlı Milletin’ bir parçasıdır ve mevcut yasalardan farklı olarak çalışan tüm kesimler için öngörülmektedir.
‘Hürriyetin İnsanı: Teşkilâtlı Millet
(…) 
8 - HALK KURULUŞLARI : Bugün devletin sırtına boş yere yükletilmiş hadsiz hesapsız görevleri kendi üzerine alacak. Öyle tam teşkilâtlı millet haline girebilmemiz için, yalnız şehir ve köy ahalisi değil, öğretmen, adliyeci, ve memurlar da hür sendikalar, serbest birlikler, cemiyetler, kulüpler ile cihazlanacaklar. O sayede en cılız kişi bile teşkilâtına arkasını dayayarak, hakkını yorulmadan arıyacak. Dağınık millet, en tabiî haklarını arayamayan mazlum millet kavramı kalkacak.’
Daha sonra ‘İşçi Meselesi’ bölümünde sendikalar şu şekilde tanımlanır,
‘Sendika: İşçi sınıfımızın kültür ve bilincini yücelten bir HAYAT OKULU, Millî Mücadele Teşkilâtı olacak. İşçi sigortaları başta gelmek üzere, iş ve işçi hayatımızı ilgilendiren bütün tesisleri kontrol edecek. Ücret kesintileri, tazminatlar, süre uzatmaları ve işten çıkarmalar, sendikaların rızası dışında yapılmıyacak.’
Bunun yanı sıra ‘Legaliteyi İstismar’da belirtilen diğer işçi kuruluşları da, sendikasız işçiler için ‘İşçi Temsilcileri Birlikleri’, küçük işyerlerinde çalışan ‘Esnaf Olmayan İşçiler’ ve onların ‘bağımsız ve hür işçi sendikaları’, işsizler için ‘bağımsız halk teşekkülleri’ olarak sıralanır. Programda belirtilen ‘üretim ve tüketim kooperatifleri de’ işçi kuruluşu olarak kabul edilmelidir. Bütün bu işçi kuruluşlarının üst kurumu ise yıllık olarak toplanan ‘Büyük İşçiler Kongresi’dir.
Programda bu kurumların yetki ve sorumlukları  ‘Ekonomik ve sosyal kanun tasarıları, Ticaret ve Sanayi Odalarından geçtikleri gibi, İşçi Kuruluşlarından da geçecek’ ten Toplu İş Sözleşmelerine kadar geniş bir yelpazede sıralanır. Geçerken belirtmekte yarar var, Toplu İş Sözleşmesi bile yalnızca sendikalara bırakılmamıştır, diğer kuruluşlarda toplu iş sözleşmesi yapabilecektir.
Kıvılcımlı sendikalara geleceğe yönelik bir misyonda verir, onlar ayni zamanda birer ‘hayat okuludur’, yani görev alanları sadece işyerleri ile sınırlı değildir, geleceğin toplumunun tohumlarının atıldığı yerlerdir. Anlaşıldığı kadarı ile Kıvılcımlı iki Evrensel Paylaşım Savaşı arası Dünyada ki sendikal tartışmaları yakından izlemiş, bu tartışmaların mantık sonuçlarını programa yansıtmıştır.

III. İşçi-Köylü Gönüllüleri

1960 sonrası işçi sınıfı yepyeni bir durumla karşı karşıya kaldı, TİP kuruluşuna takiben Kıvılcımlı ‘Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı’ diyerek ‘İşçi Partisine Teklifleri’ni sıraladı,
‘Emekçi yığınları, sendika gangsterlerinden kurtarıldıkları gün, İşçi Partisini halk daha yakından tanıyacak, ayrıca da, manen ve maddeten hiç umulmadık ölçüde dayanaklar doğacaktır. Yalnız maaş olarak ayda 2000 lirayı kesmeden kılını kıpırdatmıyan işçi vurguncuları yerine, İşçi Partisinin gönüllüleri 500 liraya hizmet etseler neleri eksilir? TİP saflarında yığınla işsiz ve yarı işsiz aydın ve işçiler sinek avlıyorlar. Sendikalarda, işçi sınıfımızın işleri tepesinden aşıyor, yapan yok. Bu iki uc neden birleşmesin?’
Kıvılcımlı, 1965 seçimleri ile meclise giren 15 TİP milletvekilinin ‘maaşlarının "Orta Hayat Endeksinden yukarı" olan bölümünü, doğrudan doğruya ‘İşçi Gönüllüleri Fonu'na yatırmaları’ ve bu Fondan en az 100 İşçi Gönüllüsünün yukarda belirtilen görevleri yerine getirmek üzere finanse edilmesini teklif ediyor. Amaç, ‘Sendika faciasını’ işçi sınıfı lehine ‘Sendika Yaratıcılığına’ çevirmek, yani yeniden yapılandırmak.
Kuşkusuz bu teklifin ne kadar gerçekçi, uygulanabilir olduğu tartışılabilir. Nitekim ne TİP neden sendikalar bu teklifi gündemlerine bile almadılar. Ama Kıvılcımlı’nın teklifini ciddiye alanlarda oldu, pek çok çevreyi ve insanı sınıf içinde çalışmaya itti, YİS gibi yeni tip sendikaları, İsmet Demir gibi yeni tip sendikacıları ortaya çıkardı.

2. Kıvılcımlı’da Yöntem

Bize oldukça sıradan gelecek düşünce ve davranış yöntemine ilişkin güzel bir örneği Kıvılcımlı bir seminer konuşmasında şöyle özetlemekte,
“Biz siyasi bilinç deyince, büyük ve soyut formülleri kitaplardan alıp tekrarlamak sayıyoruz. Oysa siyasi bilinç bu değildir. Yani, dünyanın her yanında, siyasi bilinç deyince: Yığınların en küçük, günlük küçük dileklerini toplayıp, memleket ölçüsünde ve dünya ölçüsünde değerlendirmek anlaşılır.
Biz küçük işleri küçümsüyoruz. Fabrika’da işçinin patronla ücret, yahut süre, yahut çalışma şartları, yahut başka herhangi bir konu üzerindeki dileklerini o kadar önemli görmüyoruz. O kadar parlak yüksek sosyalizmle meşgulüz ki, yani biz o sosyalizmi ortaya dökersek, her şey düzelir sanıyoruz.
Tabii büyük yığınlar ise, o küçük meselelerin küçük olmadığını, hiç değilse Türkiye ölçüsünde bir mesele olduğunu, hatta dünya ölçüsünde bir mesele olduğunu anladığı zaman siyasi bilince varacaktır.
Yığınlarımızı kendi hareketimiz içinde –yahut hiç olmazsa kendi hareketimizin etkisi altında- görmek istiyorsak, önce kendi davranış ve düşünce sistemimizi değiştirmek lazım. Bu davranışımızla salonlardaki kulüp toplantıları biçiminden artık çıkmak, fabrikaya gitmek, mahalledeki, esnaf çarşısındaki, köydeki insanların günlük küçük problemlerini ve tabii dileklerini göz önünde tutup onlara aksiyonla yol göstermek ve katılmak… Bundan başka çıkar yol yok.”
Konu sendika olunca davranış ve düşünce sistemimizi nasıl değiştireceğiz? Somut bir örnekten yola çıkalım, çalışma şartları bugün üretim sürecinde ne durumdadır diyerek bir soru soralım. Büyük ve soyut formülleri bir yana bırakırsak karşımızda nasıl bir manzara vardır dersiniz?
Akla ilk gelen taşeronlaştırma. Diğer ülkelerde de karın maksimize edilmesi için bulunan yöntemlerden biri olan üretim sürecini parçalara ayırma ülkemizde fazlası ile ilgi gördü. Gerekçesi ise son derece basitti, üretim için gerekli sabit yatırımların miktarı büyüdükçe kar oranları düşme eğilimine giriyordu. Buna 70 li yıllarda ucuz enerji, daha sonra ucuz hammadde bulma imkanlarının daralması eklenince, geriye yeni üretim organizasyonları kalıyordu.
Daha önceleri karları arttırmanın yolu devasa üretim birimleri oluşturmak, işi mümkün olduğunca basit parçalara bölmek şeklinde idi. Bu şekilde bir araya gelen binlerce işçi birbirleri ile benzeşerek, birbirlerini tamamlayarak ‘homojen bir sanayi proletaryası’ oluşturdular.
İnsanlığın ortaya çıkışı sürecinde yaratılan kollektif aksiyon (düşünce ve davranış), daha sonra ortaya çıkan medeniyetler tarafından parçalanmaya başlanmıştı. ‘En son medeniyet’ 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl içinde ise bu homojen yapılanma ile yeni ve ‘modern’ bir ‘kollektif aksiyon’ ortaya çıkarıyordu, deyim yerinde ise insanlık yeniden doğuyordu. Sonuçlarını da hemen görüldü, önce Dünyanın altıda birinde sonrada üçte birinde işçi iktidarları doğdu.  
Ancak diğer medeniyetlerde gördüğümüz o inişli çıkışlı gidiş, nitelik değiştirerekte olsan en son medeniyette ve onun hemen yanı başında yükselen işçi iktidarlarında kendini hatırlattı, modern kollektif aksiyonun doğuş sancıları, süreci başka yöne çevirir gibi oldu, homojen sanayi proletaryası yatay ve dikey olarak bölünmeye başladı. Sürecin ayrıntılı incelenmesi ayrı bir konu, bizi şimdilik ilgilendiren bunun işçilerin günlük yaşamına ve mücadelesine etkileri.  
Hatırlatmakta yarar var, sınıf içinde bölünmeler deyim yerinde ise sınıfın ortaya çıktığı zamandan beri vardı. Ancak karakter olarak homojenlik baskındı bu tür ayrışmalar geri planda kalabiliyordu. Örneğin aristokrat işçilerin ortaya çıkması elbette bir sorundu, ama modern kollektif aksiyonun oluşumunu doğrudan etkilemiyordu.

3. Tek tip sendikacılığın sonu

Ancak yukarda özetlenen bölünmeler 70 li yıllardan itibaren sınıfın yapısında köklü değişiklikleri beraberinde getirdi. Tüm Dünya ölçeğinde bakıldığında büyük üretim birimlerinde oluşan homojen bir sanayi proletaryasının varlığını sürdürdüğü, ancak bunun sınıfın çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu söylemek mümkün. Sınıfın ezici çoğunluğu ise bölük pörçük edilmiş üretim süreçlerini oluşturan irili ufaklı üretim birimlerinde yer almaktalar. 
Bu üretim birimlerinde de modern kollektif aksiyonlar ortaya çıkmaktadır. Ancak bunlar artık tek bir homojen kollektif aksiyon değildir, her birinin kendine özgü karakterleri olduğunu söylemekte mümkündür. Bu insanlık tarihinde bir ilktir!
Burada kendi tecrübelerimle ilgili bir parantez açmak istiyorum. 12 Eylül öncesi kısa ve amatör bir sendikacılık sonrası son 30 yılda İsviçre’de profesyonel sendikacılık yaptım. Çalışma alanınım göçmen işçilerin yoğunlukla çalıştığı küçük ve orta büyüklükteki tekstil fabrikaları ve hemen hemen tüm çalışanların İsviçreli olduğu büyük kimya işletmeleri oldu.
Her tekstil fabrikasında örgütlenirken birazda insiyaki esasta Kıvılcımlının düşünce ve davranışının etkileri ile ancak bambaşka yöntemlerle çalışanları sendikaya kazanmanın mümkün olduğunu gördüm. Kimya işletmelerinde yıllık olağan işyeri toplantılarında işyerinin sorunlarını tartışırken, bu tekstil işyerlerinde çalışanlarla kahve köşelerinde bir dizi görüşmelerle mümkün oluyordu. Kimya işyerlerinde sendika üyeliği işyeri içinde olağanüstü önemli iken, bir tekstil fabrikasında grev yapmak için bir avuç üye yetebiliyordu.
Bu 30 yıllık sendikal çalışmalar boyunca yukarda aktardığım kaynakları tekrar tekrar okuma ihtiyacı duydum. İsmet Demir’in anılarını da okurken yukarda şematik olarak verdiğim üç dönemin üç ayrı örgütlenme modellerini süzgeçten geçirdim. Bu süreç içinde hem çalıştığım sendika içinde hem de diğer ülkelerde ki sendikaların gündeminde sürekli olarak sendikaların yeniden yapılandırması olması bu anlamda bir tesadüf olamazdı. Mevcut sendikal örgütlenme modeli sınıfa ya dar geliyordu ya da geniş! Yani vücuda bir türlü tam oturmuyordu, elbise yaz boz tahtasına döndürülmüştü.
Vardığım nokta tek tip sendikacılığın sonunun geldiğini görmek oldu. Bu kişisel parantezden amacım, düşüncelerimin esas olarak sübjektif gözlemlere dayandığına dikkat çekmek. Sendikaların yeniden yapılandırılması konusunda yapılması bir görev olarak duran bilimsel araştırmalara Kıvılcımlı’nın hattında yürümeye çalışan bir sendikacının karınca kararınca bir katkı sunmak isteği bu satırların esas amacı.

4. Sendikal Örgütlenmenin Gelişimine Kısa Bir Bakış

Homojen sınıf yapısına denk düşen homojen tek tip sendikal örgütlenme, esas olarak homojen sanayi proletaryasının ortaya çıkmasına denk düşer. Sendikaların ortaya çıkış sürecinde ise oldukça farklı modeller söz konusu olur. Örneğin ilk sendika örgütlenme modelleri arasında yardımlaşma sandıkları öne çıkar. Henüz sosyal sigortaların ortaya çıkmadığı ilk dönemlerde, çalışanlar kendi aralarında ücretlerin bir kısmını güvendikleri bir arkadaşlarına birikmesi için verirler. Çalışanlardan birinin hastalık veya kaza sonucu çalışamayacak durumda gelmesi halinde çalışmadıkları sürenin ücretleri bu kasalardan ödenirdi.
Geçen süreç içinde bu tür dayanışma modelleri işyerlerinin ve işkollarının ihtiyaçlarına göre çok değişik biçimler alır. Bunlardan giderek öne çıkanı ücretlerin toplu belirlenmesi için çalışanların kendi aralarında ki rekabete son vererek bir işgücü karteli oluşturma girişimleri oldu. Bu süreç sonunda bugün bildiğimiz sendika modelleri ortaya çıktı. Ancak söz konusu dayanışma amaçlı diğer örgütlenmelerde varlıklarını sürdürdüler.
Sınıfın sadece teorisine değil ayni zamanda pratiğine de kafa yoran Kıvılcımlı için sınıfın bu zengin deneyleri yabancı değildi. Bu nedenle Yol dizisinde genel olarak işçi örgütlenmelerinden söz ederken, sendikaları bu örgütlerden biri olarak görmesi son derece anlaşılır bir durumdur. Bu anlayış sonucu Vatan Partisi programında oldukça ayrıntılı bir sınıf örgütlenmesi öngörülmüştür. Başka bir deyişle sınıfın ‘ekonomik mücadelesinin’ örgütlenmesi bir tek sendikalara bırakılmamıştır.
Her somut gelişmeye denk düşen yeni bir örgütlenme anlayışını ise Türkiye İşçi Partisine yaptığı tekliflerde görürüz. TİP li milletvekillerinin aylıklarını bir kısmı ile ‘işçi gönüllülerinin’ başka bir deyişle politik mücadele içinde ki gençlerin, sendikalar için çalışmasını teklif ediyor Kıvılcımlı. Hem politikleşmiş gençleri, aydınları sınıfla tanıştırmak, hem de sendikalara yeni bir soluk vermek için.

5. Yeniden Yapılanma İçin Bazı İpuçları

Ancak Kıvılcımlı’da bu kadar belirgin ve zengin olan bakış açısını gerek ülkemizde ki gerekse de diğer ülkelerdeki sendikal mücadele anlayışlarında görmek pek mümkün olmuyor. Ekonomik mücadele istisnalar bir kenara bırakılırsa bir tek sendikalara bırakılmış gibi. Batılı ülkelerde konut, tüketim kooperatiflerinden bilimsel-ekonomik araştırma kurumlarına kadar çok çeşitli sınıf örgütlenmeleri deneyleri bulunmakta. Bunların geçirdikleri süreç, geldikleri konumda sınıfa ne kadar hizmet ettikleri ayrı bir araştırma konusu, ama sınıfın günlük ihtiyaçlarına cevap veren kurumların varlığı tartışılmaz.
Ülkemizde ise bu tür kurumlara pek rastlanmaz, son dönemde İstanbul İşçi Sağlığı Ve İş Güvenliği Meclisi, gündelikçilerin sesi olmaya soyunan İmece Kadın Dayanışma Derneği gibi kurumlar bu tür ihtiyaçların cevabı olmaya çalışıyorlar, bunları küçümseyen, dikkate almayan tavırların yaygınlığı ise hastalığın devamının bir göstergesi olsa gerek.
Sınıfın yatay ve dikey parçalanması sonucu ortaya çok parçalı bir yapı ortaya çıkmıştır. Bu parçaların tümünün ayni örgütlenme mantığı ile örgütlenmeyeceği açıktır. Önümüzde ki sorun her bir parçaya özgü örgütlenme modellerinin yaratılmasıdır. Bu durum bir yandan sınıfın parti ve sendikaların yeni duruma denk düşen yeniden yapılandırılmasını gündeme getirirken bir yandan da değişik alanlarda ki diğer sınıf örgütlenmelerinin daha da önemli hale gelmesi sonuçlarını doğurmaktadır.
Örgütlenmede Kıvılcımlı gibi taklit ve şablonları bir kenara bırakmayı göze alırsak her şeyden önce sınıfın ekonomik örgütlenmelerini sendikalarla sınırlı tutmamak gerektiği bilincini ediniriz. Dün son derece önemli olan bu bakış açısı bugün sınıfın parçalanması gerçekliği ile artık hayati öneme sahip hale gelmiştir.
Homojen sanayi proletaryası sınıfın içinde nicel ve nitel olarak ezici çoğunlukta iken, buna denk düşen örgütlenme modeli tekti, tek bir ‘kollektif aksiyon’ vardı, görev bunun örgütlenerek iktidara yürünmesiydi. Oysa şimdi parçalı sınıf gerçeğinden yola çıkarak farklı farklı ‘kollektif aksiyonların’ ortaya çıktığını görmemiz gerek. Onlarca mağazanın olduğu bir Alışveriş Merkezinde satış elemanları arasında ortaya çıkan ‘kollektif aksiyon’ ile gene onlarca taşeronun iş yaptığı bir inşaatta oluşan ‘kollektif aksiyonun’ farklı olacağı açıktır. Bu ‘kollektif aksiyonların’ varlığını ve özelliklerini tespit etmek, bu doğrultuda örgütlenme modelleri geliştirmekte bir gerekliliktir.
Ancak burada sorun çatallaşıyor, tek bir ‘kollektif aksiyonun’ gidiş yönü belli iken, bu kadar farklı ‘kollektif aksiyonların’ üstünde yükselen örgütlenmelerin gidiş yönü nasıl belirlenecek? Bir ‘üst kurum’ bu işi üstlenmelidir demek hem gerçekçi değildir, hem de işin kolayına kaçmaktır. Böylesine bir mekanizmanın emir-komuta zinciri ile işlemeyeceği açıktır. Ortak bir kurumlaşma olmayacağı için demokratik merkezi bir anlayışta çözüm olmayacaktır. Şimdilik bunun bir ‘orkestrasyon’ sorunu olduğunu, tartışılmak üzere bir kenara yazalım.
Bugün baktığımızda pek çok politik eğilimin bazen el yordamı ile bazen tesadüfler sonucu, hayatın dayatması ile bu tür örgütlenme modellerini deneme yoluna girdiklerini görüyoruz. Kuşkusuz bu olumlu bir gelişme, ancak unutmamak gerekir ki bu tür örgütlerin, tıpkı sendikalar gibi dernek veya sivil toplum kuruluşlarından farklı sınıfsal nitelikleri, ‘kollektif aksiyonlar’ı vardır. Bu ayrımı da yapabilirsek doğru yoldayız demektir, daha hızlı adımlarla hedefe yönelebiliriz. Ayrıca bunların sadece konuya bir ‘parmak basmak’ olduğunu, asıl tartışmanın başlatılması gereken uzun bir süreçte yapılacağını hatırlatmakta fayda var.

6. Özel olarak sendikalar

Yukarda değindik, sendikalar mevcut yapılarının artık değişmesi gerektiğinin farkına varmaya başlıyorlar. Bu konuda 70 li yıllardan bu yana pek çok sendikanın attığı adımlar var. Pek çok ülkede, şubelerin temel alındığı modelden bölge örgütlenmelerini öne çıkaran değişim bunun ilk örnekleri. Daha sonra sınıfın dikey örgütlenmelerine (cins, ulus vb.) yönelik iç kurumlaşmanın derinleştirilmesi süreci yaşandı. En son kendi yapılanmalarını, kendileri dışında ki muhalefetle ortak hareket ettirebilecek bir düşüncel değişimden geçirmeyi amaçlamaktalar, bizde ki toplumsal hareket sendikacılığı önerisi gibi.
Bütün bunları değişen koşullara, yani sınıfın parçalanmasına, el yordamı ile ayak uydurma olarak değerlendirmek gerekir. Ancak görüldü ki sendikaların iki yüz yıllık süreçte edindikleri kabuk oldukça sertleşmiş, eğilip bükülecek halde değil, biraz zorlandıkça orasından burasında kırılıyor. Böylece sendikaların büyük bir kısmı ‘yapısal reform’ çabalarını bir kenara atarak sürekli bir bunalım ile yaşama yolunu seçti.
Diğer bir yol deyim yerinde ise ‘intihar saldırıları’ oldu, tek başıma bu işi halledemem diyen bir takım sendikalar diğer sendikalarla birleşme yoluna gitti. Henüz birleşme sonucu bir kabuk değişikliğini başaran sendika yok, ama ‘Allah’tan umut kesilmez.’

7. İki Teklif

Kıvılcımlı’nın bize gösterdiği yoldan yürümeyi denersek özet olarak şu ‘teklifleri’ yapabiliriz.
1. Öncelikle mevcut sendikal yapılanmaların homojen sanayi proletaryasının ihtiyaçlarına cevap veren bir örgütlenme modeli olduğunu ve giderek azalsa da sınıfın içinde bu özellikte bir kesimin varlığını sürdürdüğü gerçeğinden hareketle, bunların bu kesim için varlıklarını sürdürmeleri gerekir.
2. Geriye kalan ve çoğunluğu oluşturan kesimler, parçalar içinse, o parçaların ihtiyaçlarına, ‘kollektif aksiyonlarına’ denk düşen sendika (veya işçi kuruluşu) modelleri geliştirilmelidir. Dünyanın dört bir yanında bu tür örgütlenmeler çoğu zaman hayatın dayatması ile kendiliğinden ortaya çıkmaktalar. Evlerinde parça başı iş yapan kadınların Hindistan’da kurdukları ‘Kadın Sendikası’ çok kısa bir zamanda yüzbinlerce üye kazandı. Sınıfın öncüsü oldukları iddiasında olanların artık bu kendiliğinden gelişime yön verme, bu gelişimin önündeki engelleri ortadan kaldırma görevine talip olmaları gerekir. 

Sendikal çalışma için değişmez kurallar yok demek artık yeterli değil, değişmez örgütlenme modelleri de yok demek durumundayız. Kıvılcımlı’nın Yol’da dediği gibi, ülkemize, sınıfımıza en uygun yolu bulmalıyız. Bu anlamda tek tip sendikacılığın sonu gelmiştir. Çeşitli işçi kuruluşları yerine çeşitli sendikal örgütlenme modellerimi tercih edilmelidir veya değişik sendikalar ve değişik işçi kuruluşları mı gündemde sorularını sorarak bu tartışmaya bir giriş yapmak, Kıvılcımlı’yı anmanın en iyi yolu olacaktır.